Makale Yaz
a-scorpion
Bu haberi yazdır
İdealist & Gerçekçi 3
 Şub
16
 2012

Yazı dizilim son bölümü olan bu makalemde bazı küçük hatırlatmalar yapmak istiyorum. İlk yazımda teknik direktör tiplerine değinmiş ve başarıda sürekliliği de taktisyene ya da menajere değil, tamamen kulüp politikasına bağlamıştım. İkinci yazımda mevcut yönetici profilini gözler önüne serdim ve futbol aklından yoksun uygulamalara atıfta bulundum. Bu son yazımda ise Fatih Terim’i belli bir kalıba sığdırmaya çalışırken; size ‘’bir değişimi’’ ve bu değişimin kulüp politikası ile olan bağlantısını anlatmaya çalışacağım. Bir nevi gerçeğin ta kendisini… Vesselam…

Aslına bakılırsa Fatih Terim’i teknik direktör modellerinden tam olarak ne birincisine (idealist olan), ne de ikincisine (gerçekçi olan) koyamıyorum. Çünkü başında olmasa bile, işler kötüye gittiğinde ya da biraz sarpa sardığında sonunda bir belirsizlik hakim oluyor. Fakat öyle tahmin ediyorum ki Eboue’nin dönüp, Yekta’nın da iyileşmesiyle birlikte bu tek bilinmeyenli denklem de çözülmüş olacaktır.

Fakat yine de Fatih Terim’in mesleki kariyerini incelediğimizde önce idealist, sonra gerçeğe yakın idealist, sonra da gerçekçi olduğunu görüyoruz. Ancak Fatih Terim ne yapıp ediyor o gerçekçi anlayışı tekrar gerçekten uzak bir ideale dönüştürüyor; İşte buradaki en büyük açmaz da budur. Şöyle ki;

Fatih Hoca’nın 2006 Dünya Kupası’ndan önceki oyun ideali hep aynıydı. Çalıştırdığı bütün takımlar çift forvetin arkasında bir serbest ofansif orta saha ve dörtlü savunmanın önünde de üç mücadeleci orta saha ile oynayacaklardı. Sabırlıca rakip sahada oynanmaya çalışılacak; top kaybedildiğinde ise hücum pres yapılacaktı. Hatta öne geçildikten sonra bile rakibi kendi sahasına hapsetme düşüncesine devam edilecekti. Bu anlayış 1. Galatasaray Dönemi’nde UEFA kupasını getirecekken; İtalya macerasında, 2. Galatasaray Dönemi’nde ve 2. Milli Takım Dönemi’nde elde patlayacaktı. Neden? Çünkü Arsenal’in karşısına çıkan o kadronun ahengi daha sonra çalıştırdığı hiçbir takımda olmayacaktı. Bir başka deyişle Fatih Terim ne İtalya’nın katı gerçeklerini önemseyecek; ne Ali Lukunku’lu Galatasaray kadrosunu; ne de İsviçre’deki maçta beraberliği yakalamak uğruna 2. golü kontrayla yemeyi… Fatih Terim içinde bulunduğu koşulları dikkate almaksızın (mevcut gerçeğin değil), kendi gerçeklerinin peşinden gidecek ve bu yüzden de ideallerinin kurbanı olacaktı.

2006 Dünya Kupası’nda bütün takımlar sağlam bir defansif kurguyla ve tek forvetli bir düzenle oynadıklarında artık çağın yeni futbol anlayışı da şekillenmiş oldu. Fatih Terim geçmişindeki başarısızlıkları sorgularken, hiç kuşkusuz bu yeni akımdan da esinlenecekti. Nitekim bunun ilk semeresi, Macaristan deplasmanında Fatih Tekke ve Ümit Karan’ı yedek bırakıp; Hakan Şükür’ü tek forvet oynatmakla görülmüştü. Artık Fatih Terim’in yeni oyun ideali savunmayı en önde başlatmak değil, takım defansını sağlamlaştırmak ve takımı kontrollü oynamaktı. Nitekim bu düşünceye binaen Mehmet Aurello da takıma monte edilince artık defans yapmayı da öğrenebilecekti Milli Takım; arkasında Servet ve Zan olduğu halde…

Aslında Fatih Terim’in yeni oyun ideali çağın futboluna uygundu ve gerçeğe yakındı; hatta gerçekçiydi. Fakat bu sefer de eldeki kadronun gerçeğine uzak düşecekti bu anlayış. Böylece oyun kilitlendiğinde ya da işler iyicene kötüye gittiğinde; tek forvet yerini çift forvete; kontrollü oyun da yerini kontrolsüz oyuna bırakacaktı. 2008 Avrupa Şampiyona’sının ardında yatan başarının nedenleri de açıklanacaktı böylece…

2010 Dünya Kupası Elemeleri’nde ve 3. Galatasaray Dönemi’ndeki Beşiktaş maçına kadar, Fatih Terim’in yeni oyun ideali yine değişmeyecekti. Tek forvetli bir düzen, kalabalık orta saha, kontrollü oyun, kontrollü pres, pas oyunu ve top hakimiyeti hedeflenecekti. Lakin bu oyun anlayışının, rakip kontrolsüzce üzerimize geldiğinde hızlı kontra atağa dönüşmesi de gerekirdi. Fakat Fatih Terim bütün mesaisini buna değil, hücum yaparken bile kontrollü hücum yapmaya ayıracaktı. İşler kötüye gittiğinde ise yine her zamanki gibi riske girilecekti. Fakat bu sefer olmayacak; Milli Takım Güney Afrika’ya gidemeyecekti.

Buraya kadar demem o ki; aslında başarının sırrı belli bir idealden geçmiyordu; o ideale (çağın futboluna uysun ya da uymasın) eldeki kadronun ne derece cevap verip veremeyeceğinden geçiyordu. Dolayısıyla dönüp dolaşıp yine gerçeklere geliyorduk. Hayat içinde bulunduğumuz koşulları göz ardı etme imkanını bize bir türlü vermiyordu. Gerçeklerden uzak bir idealin pratiğe dönüşmesi A takımda değil, ancak alt yapıda mümkün olabiliyor; Barcelona tıkır tıkır işleyen bir sistem takımı hüviyetine işte bu nedenden dolayı ulaşabiliyordu. Aksi halde böylesi bir ideali A takımda uygulatmaya çalışmak zaman kaybından öteye gitmiyor ve sonunda da başarısız olma apoletini yapıştırıyordu üzerimize… Bazen sitemkar, bazen de isyankarca istifamızı verip, çekip gidiyorduk. Gerek 2. Galatasaray, gerekse 2 Milli Takım dönemlerinde…

Özetle; Fatih Terim’in 2006 öncesi ve sonrası olmak üzere iki ana oyun ideali vardı. İlki çağın futbol anlayışından bağımsız; kendisine özgüydü. Eldeki kadronun mevcut yapısı önemsenmeksizin bu anlayış ısrarla uygulanmaya çalışıldı. Sadece 1. Galatasaray Dönemi’nde başarılı olundu; (çünkü bu ideal eldeki kadronun gerçeklerine uygundu.), diğerlerinde olunamadı.

Fatih Terim’in 2006 sonrasındaki ikinci oyun ideali ise çağın futbol anlayışıyla birebir örtüşüyordu. Ancak ne var ki bu gerçekçi oyun tarzının eldeki kadronun yapısına ne kadar uygun olup olmadığı yine sorgulanmayacak ve yine ısrarla, hatta inatla bu ideal uygulanmaya çalışılacaktı. Böylece hem başarısız olundu, hem de onca zaman kaybedildi. Ta ki 3. Galatasaray Dönemi’ndeki Beşiktaş maçına kadar…

Evet, Fatih Terim Beşiktaş maçından sonra artık değişmişti ve bu değişim aynı zamanda onun kariyerinde bir ilki temsil ediyordu. Her ne kadar Fatih Hoca işler ne zaman kötüye gitse bir değişim sinyali veriyor olsa da, bu durum sadece kenar hamleleriyle maça müdahale ederek gerçekleşiyordu. 2008 Avrupa Şampiyonası’nda Semih bu yüzden oyuna dahil oluyor; Bursa maçında Baroş bu yüzden oyuna sonradan katılıyordu. Ancak bugüne kadar çalıştırdığı hiçbir takımın sezon başındaki oyun idealini değiştirmemişti Fatih Terim. Ki buna en başarısız olduğu 2. Galatasaray Dönemi de dahildi.

Peki bu değişimin altında yatan sır neydi?

1-     Taraftar baskısı

2-     Yönetimim baskısı

Hangisine daha yüksek bir oy verirsiniz bilemiyorum ama bana kalırsa 2. tercih çok daha ağır basmaktadır. Çünkü Ünal Aysal’ın ‘’başarı, başarı, başarı’’ özdeyişinin ilk kelimesi, mutlaka bu yıl gerçekleşmeliydi. Zaten Fatih Terim de bu amaca yani sportif başarıyı hemen sağlamaya yönelik Galatasaray’ın başına getirilmişti. Takımı bir an önce toparlayacak, Florya’ya çeki düzen verecekti. Sezon başında Forlan, Drogba gibi 34’üne dayanmış futbolcuların transfer edilmek istenmesinin altındaki neden de işte bu kısa vadeli başarı beklentisinden kaynaklanıyordu.

Ünal Aysal ‘’ben futboldan anlamam, futbolu bilenlerden anlarım’’ diyerek sempati kazanmıştı. Ancak buna rağmen Riera’nın tembel yapısına atıfta bulunuyor; sezon başında Fatih Terim’den önce Elmander’e imza attırıyordu. Galatasaray taraftarına İngiltere’de oynayan uzun boylu ve beyaz tenli bir forvet oyuncusu müjdelerken de Fatih Terim’den veto yiyiyordu. Daha sonra bizzat Ronaldinho’yu tavsiye edecek ve yine veto yiyecekti. Ünal Aysal saha içine karışmıyordu fakat başarı beklentisi gereği Fatih Terim’e yapmış olduğu bu baskı sonucunda, Fatih Hoca da ideallerini hem bu ortamda gerçekleştiremeyeceğini anladı, hem de bu amaca yönelik kendisine uzun vadeli bir zaman tanınmayacağını… Yönetimle Fatih Hoca’nın arasındaki çatlağın nedeni istediği futbolcuların alınamaması değil; işte tam olarak buydu.

Kulüp politikası, Fatih Terim’i gerçeklerle yüzleştirdiği anda da Baroş sahneye çıkacaktı. Böylece sezon başından beri üzerinde titrenen 4-1-4-1 anlayışı yerini çift forvete, hücum kısırlığı da yerini hücum zenginliğine bırakacaktı. Aslına bakılırsa iyi de olmuştu bu olay. Çünkü bir kulüpte kısa vadeli başarı hedefleniyorsa esas olan yegane olgu, mevcut gerçeklere sımsıkı sarılmaktan geçiyordu.

Oysaki Fatih Terim’in ideali 4-4-2 ile topun arkasına geçip, topu kazandıktan sonra hücumda çoğalmak değil; kalabalık orta saha ile sabırlıca pas yaparak oyuna tamamen hükmetmekti. Bu yüzden Kazım’da ısrar ediyor; bu yüzden Elmander’i oynatıp, fazla koşmayan Baroş’u kenarda oturtuyordu. Fakat bu düşünce gerçeklerden o kadar uzak bir idealdi ki; Semih Ujfalusi ikilisinin sağlamlığı sayesinde savunmada fire verilmezken; hücumda takım bir türlü çoğalamıyor, pozisyona da girilemiyordu. Neden? Çünkü hem Riera, hem de Kazım ceza sahasına sürekli girip çıkmak yerine kendi bölgelerinde çakılı oynamayı tercih ediyorlardı. Riera önde pres yapmazdı ve formsuzdu. Kazım ise son derece istikrarsızdı. Hem kanatlar işlemiyor ve hem de Galatasaray tek forvetle oynuyordu. Peki, bu takım bu düzende nasıl gol atacaktı? İşte taraftarın tüm bunları sorguladığı dönemde, Fatih Hoca da artık kendisine yeni bir oyun ideali belirleyecekti. Taraftar baskısı da kulüp politikası kadar olmasa bile önemliydi bu açıdan…

Böylece Fatih Terim’in bu ideali, 1. Galatasaray Dönemi’nden sonra belki de ilk defa eldeki kadronun gerçeklerine bu kadar yakın olacaktı. Çünkü mevcut kadronun en iyi oynayabileceği sistemdi 4-4-2... Savunma dörtlüsü ve orta saha göbeği zaten oturmuştu. Baroş oyuna dahil olduğunda ise Elmander’le birlikte Galatasaray’ın omurgası da tamamlanmış olacaktı. Tek problem mevcut kanat problemiydi ki, o da devre arası transfer döneminde çözülebilecek ve böylece Galatasaray bundan sonra tam anlamıyla şaha kalkabilecek; önüne geleni yere yıkabilecekti Lakin olmadı. Ne Amrabat alınabildi, ne de Shakiri… Aydın’dan sadece bir gömlek üstün olan Yiğit ise kanatta oynayabilecek direkt oyuncusu değildi Galatasaray’ın…

Bu durumda Fatih Terim sağ kanatta Engin’e, sol kanatta da Emre Çolak’a görev verecekti. Bir başka deyişle son derece gerçekçi olan bir ideali, tekrar gerçekten uzak bir ideale dönüştürecekti Fatih Hoca… Çünkü hem Emre, hem de Engin ofansif orta saha oyuncularıydı. Engin’in tek farkı biraz daha dirençli olmasıydı ve bu yüzden de daha geride oynayabilirdi. Fakat kesinlikle kanat oyuncusu değildi ikisi de… Heleyse klasik 4-4-2’nin oyuncuları hiç değildi.

İşte eldeki kadroda kanat oyuncuları yok diye o bölgeyi yetenekli futbolcularla doldurmaya çalışmaktı gerçeklerden uzak olan… Nitekim Engin sağ kanatta varlık gösteremeyecek; ancak içeriye doğru yöneldiğinde etkili olabilecekti. Aynı durum Emre için de geçerliydi. O halde asıl gerçek olan futbolcuların en verimli olabilecekleri bölgede onları kullanmak değil miydi? Galatasaray eğer çift forvetle oynayacaksa, birbirine yakın baklava orta saha düzeniyle de pekala bunu başarabilirdi. (İsterseniz şimdi yukarıdaki iki resmi yorumlayalım.)

İlk resmim bu soruya cevap veriyor aslında.... Orada Yekta’yı tercih etmemin nedeni sağ kanat menşeli olmasından dolayıdır. Çünkü gerektiğinde sağ kanada da kaçabilmeli bu pozisyonda oynayan futbolcu. Bu durumda da göbekte Selçuk ya da Melo’dan birisini tercih etmem gerekiyordu ki ben Selçuk’u seçtim. Zira yakın kümelenmeye Melo’dan daha müsait bir futbolcu Selçuk… Kanat beklerine gelince, orada da yerine göre Eboue, yerine göre de Riera orta sahayı beşleyecektir. Ki sürekli ileri geri koşmalarına da gerek yok. Takım zaten bu kurgu da pasla çıkacak, top kaptırıldığında ise takım savunması da en önde başlayacak doğal haliyle… Eğer Galatasaray takım halinde topun arkasına geçerse de Elmander ve Baroş birbirinden açılarak kanatlara kayacaklar. Böylece hem kanatlarda üçlü kademe olabilecek, hem de hücumda mükemmel bir çoğalma örneğine tanıklık edebileceğiz. Engin ve Emre’yi devşirmeye çalışmaktansa, futbolcuların en verimli olabilecekleri yerde onları kullanmak işte bana bu yüzden daha gerçekçi geliyor.

2. resmim ise Galatasaray’ın tek forvetle nasıl oynaması gerektiğini açıklıyor. Dörtlü savunmanın önünde Melo, baklava orta sahanın önünde de Baroş… Bir arkadaşımız takımı boru gibi dizdiğime dert yanmış. Oradaki ip gibi diziliş futbolcuların sağ sola hiç deplase olmaması anlamına gelmez. Bunun Türkçesi aslında; ‘’tek forvet oynayacaksak, Elmander Baroş’un arkasında; Selçuk da Melo’nun önünde olsun’’ demektir. Elmander olmayacaksa da en kötü Necati olmalıdır o bölgede. Emre olmaz, çünkü Emre yay önünde topu aldığında önünde en az iki alternatif olmalı. Zira Alex kadar usta değil henüz.... Oyunda skor üstünlüğü yakalandıktan sonra bu taktik denenebilir. Özellikle rakip kendi sahasından çıkarken, ani presle kazanılacak topların golle sonuçlanması kuvvetle muhtemeldir bu anlayışla... Dikkat ederseniz burada da Yekta ve Engin’i kullandım. Çünkü Yekta sağ, Engin sol kanat menşeli; ikisi de orta sahaya yakın oynamaya daha müsaitler ve de dirençliler.

Galatasaray’da kanatlar yokken, hem çift forvet, hem de tek forvetle nasıl oynaması gerektiğini eldeki kadronun gerçeklerine dayanarak anlattıktan sonra sözü Fatih Hoca’ya bırakıyorum. Açıkçası Fatih Terim’den tek beklentim Galatasaray’ı çift forvetle oynatma gerçeğini yakalamışken, Engin ve Emre’yi kanatlara monte etmeye çalışmaktansa; orta sahayı baklava düzenine çevirip futbolculardan maksimum verim alabilmeyi denemesidir.

Nasıl ki yönetimin sportif başarı beklentisi ve taraftarın baskısı Beşiktaş maçından sonra Fatih Terim’de bir değişime yol açmışsa, ben inanıyorum ki; benim bu üç makalelik yazı dizim de böylesi bir değişime küçük de olsa bir katkıda bulunacaktır. Hem Galatasaray Yönetimi bir futbol tüzüğü hazırlayarak Galatasaray’a bir futbol aklı kazandıracak; hem de Fatih Terim, ‘’Galatasaray’da sınırları çizilmiş bir düzen olmadığı için’’, kendi krallığını ilan etmeye çalışmayacak; sadece elindeki kadronun gerçeklerini göz önüne alarak takımını sahaya sürmeyi hedefleyecektir... Ben umutluyum. 1 milyonda 1 olsa bile…

 

Sevgiler…





Yorum Yaz

Yorumları okumak veya yazmak için üye girişi yapmanız gerekmektedir.

Puan Durumu Fikstür
Bizi Takip Edin :
Webaslan Google+ Webaslan Facebook Page Webaslan RSS Webaslan iPad Webaslan Mobil
reklam
Yazarın diğer yazıları
  2012
  2011
Son Girilen Makaleler
kabatasli
| 06 Şubat 2024 |
| 01 Şubat 2024 |
| 30 Ocak 2024 |
kabatasli
| 27 Ocak 2024 |
kabatasli
| 11 Ocak 2024 |
En çok yorumlananlar
Blog bulunmuyor...